Ders: Yaratıcı Yazarlık

Konu: Yolculuk

Tarih: 2004

HIZLANDIRILMIŞ YAVAŞLIK

Birileri beni yerin altına çekiyor. Hissedebiliyorum ama göremiyorum. Şu koluma da bir bakın! Nasıl da kopmuş hayattan. Vücudumun bir parçası gibi ama vücuduma ait olmayarak duruyor, o kadar benden ayrı ki acısını bile hissedemiyorum, sadece ölüyorum. Yoksa çoktan mı öldüm? Anlık bir karar mıydı hayatımı etkileyen, yoksa doğumumdan beri belli olan kaderim miydi bu? Artık hiçbirinin önemi yok! Vücutsuz bir düşünceyim şu anda, bedeninden habersizce ortalıkta gezinen. Oysa yarım saat öncesinde nasıl da kanlı canlı tutkuların hayaliyle yanıp tutuşuyordum, tam otuz dakika önce…

Bu sıcak temmuz gününde Anadolu çölünü yararak İstanbul’dan Ankara’ya giden, daha bir ay önce sefere başlamış şu trene bakın! Cumhuriyet dönemi nesline göre daha hızlı gittiğinden “hızlandırılmış tren” diye anılanlardan. Anlayacağınız bir nevi organ nakli yaşamış bir tren: eski bedene yeni motor! Yerli rakiplerinin bir boy önünde, yabancı rakiplerinin bir tur gerisinde. Gene de bir trenden beklendiği üzere: Lokomotif, yemek vagonu ve ardı sıra gelen yolcu vagonları.

Eşyalarını altı vagon geride bırakıp, şu tekerlekli lokantanın bir köşesinde sakince tabağıyla ilgilenen adamı görüyor musunuz? İşte o adam, benim; daha doğrusu bendim.

Çok net hatırlıyorum o anı, çorbamın son yudumunu alıp, peçeteyle siliyordum ağzımı. İşte tam o zamandı. Elimdeki kağıt, dudaklarımı temizlemek üzere ilerlerken kafamı masamdan kaldırıp karşıya baktım. Organlarımın, birbiriyle eşzamanlılık uyumunun aniden kaydığı andı.

Evet bunlara o neden oldu. Divan şairlerinin, hayal edip şiirler yazdığı “dilber” artık benim olduğum vagondaydı. Daha ne olabilirdi ki? Gerçek olmuştu yıllarca reddettiğim ilk görüşte aşk; kımıldayamadım.

Garson geldi, boşalan tabağı aldı, masayı silip, başka bir şey isteyip istemediğimi sordu. O anın nasıl bir his olduğunu bir bilseniz! Bütün düşüncenizi birisine yöneltmişken, başka birisiyle konuşmaya zorlanmak! Çin işkencesi gibi bir şeydir o anda söylemek zorunda olduğunuz bir “hayır”. Konuşmanızı yöneten beyniniz değildir tutku kuşatması altındayken, omuriliğinizdir. Cevap refleks olur akar ağzınızdan, algılayamazsınız!

Çaprazımda oturuyordu ben de sürekli ona bakıyordum. İlk önceleri görmedi beni, sonra bakmaya devam edince fark etti, heyecanlandım. Bir çift gözün, kendisine tecavüz ettiği hissine kapılmış olmalıydı. Nerden bilebilirdi ki benim ondan, dokunamayacak kadar çok etkilendiğimi, sarılmaktan ötesini düşleyemediğimi?.

Bir süre sonra, o da bana bakmaya başladı. Evet ilginç bir durumdu: ben onu gözetledim, sonra o da beni seyretmeye başladı. Ben ona bakmaya devam ettim ve aramızda tuhaf bir eşitlik oldu: aynı zamanda hem izleyen, hem izlenen olduk.

Yanına gitmeyi çok düşündüm bu eşitlikten cesaret alarak. Bir merhabayla tanışma girişimini aklımdan geçiriyordum, ama korkuyordum. Korktuğum şeyi tam olarak bilmiyordum. Reddedilmek ya da hayal ettiğim tarzda bir kişiliği olmaması gibi bir şey değildi; bulamıyordum. İnsan bilmediğinden korkuyordu ve bu bilme saplantısı benim gibi eğitimli birini, kurutuyordu.

Benden etkilenmiş miydi acaba. Vücut dili benimle ilgilendiğine dair işaretler veriyordu. Dışarı bakarken kısa süreli kafasını çevirip bakışlar atıyordu bana bir eliyle saçlarını düzelterek. Vücudunun cephesi ve sigara içtiği diğer elin bilek içi bana dönüktü. Gözlerim iyi seçemiyordu, acaba gözbebekleri de büyümüş müydü? Her şey uygun gibiydi, bir şey dışında: Meleğimle konuşabilecek özgüven.

Gitsem mi gitmesem mi diye düşünürken kalbim fırlayacak gibiydi. Yanına gidip hiç bir şey söylemesem, sadece elini alıp sol göğsüme götürsem; kalp atışlarımın şiddetinden, ne hissettiğimi anlayabilirdi.

Sonrasında çok ani bir gelişen, o zamana kadar ki gündüz düşlerimi, kabusa dönüştüren bir şey oldu. Adamın biri tanışmak maksadıyla masasına oturdu. Her yanından arabesk fışkıran bu adam nasıl olmuştu da benim düşümü benden çalmıştı. Bende olmayan bu cesaret nasıl bir şeydi?

İki çeşit insan vardı yer yüzünde: insanları ikiye ayıranlar ve ayırmayanlar. Ben ayıranlardandım. Tanıdığım insanlardan sonuçla; insanları ikiye ayırıyordum: Birinci gruptakiler “hisseder, ister ve yapar”; ikincilerse “hisseder, izler, ve bekler.”

Bekliyordum uygun zamanı ama nasıl yakalayacağımı da bilmiyordum. Sineklikle balık avlamaya mı kalkıyordum? belki de o “an” sadece bir mitti gündüz düşlerimin içinde. Neden güzel kızlar maganda erkeklerle birlikte olur sorunsalını düşünüyordum bir yandan. Kendime bakıyordum: gençtim, maddi sıkıntım pek yoktu, tipsiz de sayılmazdım, ilk baştaki heyecanımı atabildiğim kişilerle iyi muhabbet de kurabiliyordum. Ama bütün bunlar bir türlü birbirini tamamlamıyordu. Neden?

Nasıl oluyordu da ben yirmi dakikadır gözünün içine baktığım kişinin yanına gidemiyordum da; bu adam, kalabalığa, rayların ve lokomotifin gürültüsüne rağmen, tanışmaya gözükara gidebiliyordu? Cahil cesareti dedikleri miydi yoksa bu? Yoksa problem beklemekte miydi?

Hayatın analizini yapmayla, gündüz düşleri arasında yalpalanıyordum. Bir rayda düşlerim, bir rayda da düşüncelerim gidiyordu. Moralim bozulmuştu, kalkıp kompartımanıma dönmek üzereydim, yenilmiş hissediyordum. Göçebe Cengiz Han, uygarlığın merkezi Çini işgal etmek üzereydi: bilgi değil cesaret kazanıyordu.

Sadece dört dakika önceydi, şu fenerli siluetin karanlığın içinde üstüme doğru büyüyerek gelmesinden. Umutsuz bir şekilde hesabın gelmesini bekliyordum ki, adam onun masasından kalktı gitti; tam olarak nedenini anlayamadım. Sonuçta, “Perim” bir kez daha yalnızdı. Şimdi hislerimi gerçekleştirebilecek konumdaydım. Hisseden, isteyen ve yaşayanlar arasına girebilirdim. Gündüz düşleri görürken kurguladığım fiyakalı cümleleri kullanabilirdim bir bir.

Hayır yapamazdım bu kalp atışıyla. Adımı bile söyleyemezdim bu heyecanla; kekelerdim. İzledim. Ve de bekledim. İçim içimi yerken tek tatminim aramızdaki “gözetleyen” ve “gözetlenen” eşitliğinin devam etmesiydi. Gerçi bu eşitlikte ben daha eşittim ama cesaretsizliğimi bağışlaması bile benim için yeterdi.

İzliyordum..

Ve de bekliyordum…

Elini ellerimin arasına almaktan başka bir şey istemediğim andı gürültülerin başladığı vakit. Kulakları sağır eden bu seslerde nereden geliyordu. Vagon titremeye başladı. Pencereden dışarı bakarken, devrildiğimizi gördüm. Bütün hislerim benden uzakta olduğundan içimde korkacak kadar korku kalmamıştı. Sarsıntıdan yere düşmeden önce son bir kez birbirimizle gözgöze geldik. Korkuyu gördüm gözbebeklerinde. melekler de korkarmış; anladım. Yalnızlık içindeki son anımda da ömrüm boyunca yaptığım şeyi yaptım: Hayatımın benden çıkışını izledim, Ölmeyi yaşayamadım.

Olayın ertesi günü gazetelerde okuyacak olduğunuz “hızlandırılmış tren faciası: 37 ölü 200’den fazla yaralı”daki faili meçhul bir ölüyüm ben. Hızsız tren yoluna hızlı tren sokan zihniyet, kazayı yapan makinist, beni büyüleyen “peri kızı” ve de bir kere adı çıkmış olan “kader” gözaltına alınmış manşetlerde. Fakat bunların artık ne önemi var ki? Birileri beni yerin altına çekiyor, Hissedebiliyorum ama göremiyorum.

Leave a Reply


Notify me of followup comments via e-mail. You can also subscribe without commenting.